Olympos’u Nilay’dan Dinleyelim – Okuyalım
Olympos’u Nilay’dan Dinleyelim – Okuyalım

Nilay Irmak, yazar- editör kendisi. Geçtiğimiz hafta sonu Olympos Butik Otel olarak misafir ettik ve Olympos’u O’nun gözünden kaleme almasını rica ettik, kırmadı bizi. Olympos’u Nilay Irmak’ın kaleminden okuyalım :)

 

Belki de, kiminizin her ay düzenli aralıklarla gittiği, kiminizin de daha önce hiç görmediği ve bu sebeple aslında çok şey kaybettiği Cennet Güzelliklerden bir tanesi Olympos.

Gündüzüne tarih dokusunu, gecesine eğlencenin bin bir türlüsünü sığdırmayı başarmış; sırtını yeşilin sonsuz tonuna yaslayıp Akdeniz’e kadar uzanan; 7/24 nefes alan capcanlı bir Kasaba burası.  Her türden insanla tanışıp, çok uzun süredir birbirinizi tanıyormuşçasına sohbetlere dalabileceğiniz; aslında kendinizi hiç yabancı hissetmeyeceğiniz bir yer.

Günü birlik gezmek isterseniz bir güne asla sığdıramayacağınız bir güzelliğe geleceksiniz; bilin istedim. Öyle, kursağınızda kalıyor Olympos’a gelmiş olmanın tadı. Fakat günübirlik değil de, gecelemeli / konaklamalı bir kaçış varsa aklınızda, kaldığınız yerin Kasaba merkezine yakınlığı ya da uzaklığı da çok bir şey fark etmiyor aslında. Çünkü ne kadar yürüdüğünü hesaplamaya başlamışken Uçsuz bucaksız doğa manzarasının içerisinde kayboluyorsunuz. Hem sonunun denize çıktığı bilinen orman yolunda kim yorulur ki?

Hepinizin yemek yediği yerlerde ayağına 3 – 5 kedi dolanmıştır en az. Peki, siz, ayağınıza dolanıp, yemek vermezseniz gaga atan tavuk gördünüz mü? Evet, Tavuk! İnsanlarla o kadar iç içe ki hayvanlar doğada, her şey doğal akışında ilerliyor. Tamam, yemek isteyen arsız tavuğumuz doğal değil ama orada insanlardan zarar gelmeyeceğini öğrenmiş.

Gelelim bana… Benim gibi Olympos’a ilk kez düşmüşse yolunuz, aşık olmaktan başka hiçbir çareniz yok, üzgünüm. Hele bir de doğasever arkadaşlarımızdansanız, kutluyorum, doğru yerdesiniz! Gecenin yarısına gelmek üzere bir saatte girdim pansiyona. Huzur suratımın ortasına çarptı dersem abartmam sanırım. Ortalıkta kimse yok, muhtemelen gecenin tadı çıkarılmaya gidilmiş, ama huzur buradan gelmiyor…  Tümüyle nefes alan Nar Ağaçlarının içine düşmekten kaynaklanıyor… pansiyonun içine ilerledikçe resepsiyon kayboluyor ağaçların arasında ve bambaşka bir dünyaya düşüyorsunuz…  Düşünün; yalnız huzur, dinginlik, orman, havuz ve bira var! Ama yoldan yeni gelmiş biri olarak bu güzelliği bırakıp dinlenmek zorundayım. Ben yatıyorum!

 

Tabii ki yatamıyorum… Hafta sonu kaçamağını birlikte yapmaya niyetlendiğim arkadaşın Olympos aşığı olduğunu nasıl unuturum?! Uzun uzun yorgunluk söyleminin altından düştük yola, mecbur! Yürüdükçe fark ettim ki uykuda burada uykuya harcanan zaman, sadece zaman kaybı. Yeşilin içine doğru akan bir nehre benziyor iniş yolu. Etrafta birbirine karışan müzik seslerinin yanı sıra sağda dolan gezen  minnak tavuk sürüleri eşlik ediyor kimi zaman yürüyüşe.  İçine girdikçe hareketlenen bir gece var burada. Gece resmen nefes alıyor!  Birkaç saati gezip eğlenip geçirdikten sonra – tabii ki o eğlence birkaç birasız olmaz –  dönüş yolu gözümde büyümeye başlamadı desem pek tabii yalan söylerim. Gel gelelim, Antalya’nın boğucu nemi Olympos’ta barınmadığından olsa gerek, o yürüyüş hiç zor gelmedi, hatta kaşla göz arasında bitişini hayretle fark ettim.

Pansiyon girişinde bizi çıkarken yolcu eden ağaçlar karşıladı yine –  müthiş kokuyu kolay kolay atamayacağım sanırım burnumun ucundan. Odaya gidip kendimi uykunun tatlı kollarına bırakmayı hayal ederken havuzun serinliğinde buluverdim kendimi. Dolunay tepedeyken, hazır sükunet varken uyunur mu? Ama bıraksalar suyun içinde sızıp kalabilirdim… Neyse ki halime acıdı birileri de, bırakıverdim sonunda kendimi uykuya…

 

O yorgunlukla kalkılır mı sabahın köründe daha kargalar kahvaltısını yapmadan? Temiz hava bu kadar bolsa, kalkılır. Erkenden uyanıp attım kendimi pansiyonun bahçesine. Gün ışığında daha çekici görünüyor sedirli çardaklar. Birisine yerleşip bütün günü orada geçirebilirdim; kahvaltı sonrası keyif kahvesini içmeli, sonra öylece uzanmalıydım çardağın yanındaki hamağa. Aslında olması gereken tam da buydu! Ama yine olmadı… Olympos denen yeri gündüz görmeden dönmek hiç olmazdı. Düştük yola… Denize girme hayaliyle başladı yürüyüş. Ama tam durduğumuz tepede, Olympos’un girişinde yani, o kadar güzeldi ki manzara, yapmak istediğim tek şey bu yeşil nehrin içinden akıp, denize ulaşmak oldu… Gün ışığında her şey çok daha güzel. Gece’den kalan tek şey belli başlı noktalara toplanmış çöp poşetleri.  Olympos günlük kıyafetleri geçirmiş üzerine, yine o güler yüzüyle “hoş geldin!” diyor gezenlerine… Mekânları arkada bırakıp Olympos Şehri’ne geldiğinizde – ben o kalıntıları böyle adlandırmayı tercih ediyorum – iki seçenek çıkıyor önünüze. Ya şehrin içinden geçip sahile geçeceksiniz ya da şehrin içine girip tarihe dalacaksınız… Vaktinizin bolluğuna göre her ikisini de yapmak sizin elinizde tabii. Ben sahilde midye- bira keyfini sürüp, arkasından şehirde kaybolmayı tercih edenlerdenim…

Çok da eski sayılmayan, 80’ler sonu 90’lar başında keşfedilmiş bu şehir, üstelik – yetkili kalem değilsem de – iyi korunduğu söyleyebilirim. On yılı aşkın süredir Antalya’da yaşayan biri olarak, Olympos’u ilk kez ziyaret etmiş olmanın pişmanlığı şurada dursun; bundan sonra kaçacağım tek “şehir” olmasını da şuraya koyalım, bu da burada dursun.

Bugün buraya hem tarihi hem huzuru hem de eğlenceyi sığdırmak için kimsenin özel çaba harcadığını düşünmüyorum çünkü doğa ve tarih çoktan kurmuş kurması gereken atmosferi. Bize de gitmek, gezmek, tadını çıkarmak kalmış.